Bir IF geçti İstanbul’dan

Bu sene IF için çok erken motive oldum ve öğrencilik yıllarından kalma bir hayalle 3 günde 5 filme çıkabilecek bir performans gösterdim. Toplamda iki haftada 3 belgesel 6 film izleyerek festivali doyasıya yaşadım.

Biletler satışa sunulmadan iki hafta evvel programı elden geçirdim, sevebileceğimi düşündüğüm filmleri ayırdım, listelerimi hazırladım ve ön satışlarda bir çırpıda 13’e yakın bilet aldım. Tabi biletleri alırken duyulan heyecan o anda olası iş,güç,ödev,mesai engellerini doğru hesaplamayı engelliyor. Gerçek hayat sağolsun, saydığım farklı sebeplerden 4 filmi kaçırmama sebep oldu ama ben yine de 9 güzel film izleyebildim festivalde. En çok da arka arkaya filmler aldığım ilk hafta sonu birinden diğerine koşturmacaları sevdim. İki hafta bu dünyadaki tek derdim film izlemekmiş gibi davranmak ilaç oldu resmen.

Hem kayıtlara geçsin hem de belki birilerinin merakını cezbeder diye de filmlerle ilgili bir kaç kelam yazmak istedim. Sadece kendi halinde bir sinemaseverin oldukça subjektif film yorumlarıdır,bilginize…

Maymun Kızlar / She Monkeys :   Pek çok kişiye sıkıcı gelse de ben Kuzey filmlerindeki durgunluğu ve sessizliği severim. Sanki gereksiz replik ve müzikle filmin akışını bozmak istemez gibi davranırlar. Alışageldiğimizin dışında olaylara değil de insanların iç dünyalarına odaklanılır. Bu filmde ergenliğin ortalarına gelmiş ve varolmanın yükünü ziyadesiyle hissetmeye başlamış akrobat kızların ten,cinsellik,yalnızlık etrafında dönen hikayesi anlatılıyor. Filmde vurgulanan hep bir dokunma eylemi var. Baş karakterin 7 yaşındaki küçük kız kardeşi belki de hikayedeki en yalnız karakter olarak çiziliyor ve en çok da o dokunmak ve dokunulmak istiyor.

Senden Bana Kalan / The Descendants :  Heryerde yazandan çok farklı bir şey söylemem mümkün değil. George Clooney’in oyunculuğu harika. Ama daha güzeli filmin, her unsuru çok dengeli işlemiş olması. Oldukça dramatik bir konuyu tam da gerçek hayatta olageldiği haliyle işleyebiliyor.  Hikayenin kurgusunda havada kalan hemen hemen hiçbir şey yok. Belki başlangıçta büyük kızın erkek arkadaşıyla olan sahneler gereksizmiş hissi yaratıyor biraz.  Bir de çıkarım: erkeklerin gerçekten sevdikleri kadınlar için gerçekleştirebilecekleri sınırsızlığın yanında, aynı ölçüde kadınlarla olan ilişkilerinde ne denli materyalist olabildikleri iki ayrı uçta iyi işlenmiş diye düşünüyorum.

Bu Dans Senin / Take This Waltz : Bu filmde çok fazla şey var.Özellikle benim gibi ikili ilişkileri cımbızla didikleyen, her kelimenin her bakışın altında yatanları kurcalamayı sevenler için bulunmaz cennet. İlişkilere ne heveslerle ve tutkularla başladığımız, ne çiçekli bahçelerden geçtiğimiz,ne boşluklara vardığımız, boşlukları da nasıl ört bas etmeye çalıştığımız iyi işlenmiş basit bir hikayeyle gözler önünde bu filmde. Film, kadın karakter merkezinde geliştiğinden çoğunlukla kadınlığa dair ört bas yöntemleri ve boşluklar konumuz. Bu filmle ilgili günlerce konuşabilirim ama çok uzatmadan söyleyeyim, en etkileyici tespit söylene söylene içi boşalmış “Seni Seviyorum” lardı  . Kadınların, içlerindeki boşluğu dindirmek için tutundukları erkeklerin raf ömürleri tükendiğinde, yeniden hissetmeye başladıkları boşluktan kurtulmak için tutundukları “Seni Seviyorum” sakızını çok çok iyi yakalamıştı senarist. Üstüne bir de lunaparktaki müzikli dönme dolap metaforu vardı ki, hikayeyi tamamlayan bölümdür bence. Varolmanın yükünü taşıyamayan,yükü  ağırlaştıkça da çareyi gerçek,kuru,müziksiz,ışıksız dünyadan peri masallar diyarına transfer olmakta bulan, adı yetişkin kendi çocuk kalmışların harika bir metaforu. Dediğim gibi her sahneyle ilgili günlerce konuşabilirim ama burada kesip Margot’un erkeklere-tutun denemelerinden sonra fark ettiği hiçliğini seyretmenizi şiddetle tavsiye ederim.

Küçük Gelinler: Çocuk yaşta gelin olmak, çocukluktan kadınlığa doğrudan geçmek, kadının doğduğu anda altına girdiği kadın olma yükü ya da kadın olmayı yük olarak gören bir toplumun kız çocukları. Hepsine 4 kadının hikayesiyle değiniliyor. Bir küçük eleştiri, belki hikayeler arasında geçişlerde daha iyi kurgular yapılabilirdi, bazı zamanlarda kimin hikayesi neydi karmaşası yaşayabiliyor insan.  Belgeselcilik ülkemizde ekmek kapısı olabilecek bir uğraş değildir, o yüzden bu sürece gönül vermiş insanlar gözümde biraz daha fazla puan topluyorlar her zaman.

Akıntıya Karşı: Su kaynaklarının yönetimi bu yüzyılın meselesi. Su yakın geleceğin petrolü. Su kaynaklarının istimlakına ve hidroelektrik santrali adı altında doğanın tahribatıyla beraber kaynakların sermaye sahiplerinin tekeline girmesine karşı verilen haklı mücadeleye tanıklık etmeye çalışıyor belgesel.Çok önemli bir konu olmasına rağmen ne yazık ki belgeselin çok başarılı olduğunu söyleyemiyorum. Yine vurgulayacağım gibi belgeselcilik çok zor ve desteksiz yürüyen bir iş olduğundan (özellikle muhalif yayınlar için) konuyu eğrisi ve doğrusuyla kapsayacak nitelikte bir çalışma olmamış. Yine de bir buçuk saat insanların doğal hayatlarını korumak adına verdikleri muhteşem mücadeleyi gördük ve hatta kendileriyle de tanışma fırsatı bulabildik.

17 Kız / 17 Filles: Sanırım 2 hafta içinde izlediğim filmlerden en kötüsüydü.  2008 senesinde Amerika’da 18 liseli kızın toplu hamile kalma eyleminden esinlenen ama konuyu sosyolojik açıdan irdelemekten uzak popüler bir anlatımla yansıtan orta değer bir film denebilir. Kızların hikayeleri ve kendi aralarındaki ilişkilere yüzeysel değiniliyor ve sonunu da “17 yaşındaydık, ne yaptığımızı bilmiyorduk” gibi oldukça klişe repliklerle bağlamaya çalışıyor.

Tahrir 2011:İyi,Kötü ve Politikacı / Tahrir 2011: The Good,The Bad and the Politician : Festivalde izlediğin en güzel belgeseldi. İsminden de anlaşıldığı üzere her açıdan olaylara karışmış insanlarla görüşülmüş ve objektif kalmaya özen göstererek hikayeleştiriliyor olaylar. Özellikle Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık iktidarını eleştiren “10 adımda diktatör olma” bölümü oldukça keyifli ve etkileyiciydi. Tabi ki bu bölümde içinde bulunduğunuz siyasi ortam ile benzerlikler bulmamak imkansız oluyoz biz Türkler için. Mutlaka izleyin diyorum.

Terri : Bu tip filmlerin sevdiğim yanı olaylardan çok insanları ön plana çıkarma çabaları. Gitmeden önce, okulun çirkin ve problemli çocuğuna yardım etmek isteyen iyi kalpli okul müdürü hikayesi izleyeceğimi düşünmüştüm ama tam olarak bu kadar basit çıkmadı. Tam tersine çocuklar o kadar sorunlu değil, büyükler o kadar bilge değildi, tam da gerçek hayatta olduğu gibi. En güzel yanı da bütün bunlar dramatize edilmiyor, bir nevi kabulleniş içinde aktarılıyordu. Bu tip filmler kendi hayatlarından kaçıp, girdiği salonda hayatının mesajını almayı bekleyenlerin hoşuna gitmez, ki aynen tahmin ettiğim gibi çıkmadan önce arkamızdaki grubun “ne bu şimdi,ortada bitirdi,bağlamadı bir yere” eleştirileri tespitime örnek oldu. Ama film gerçek hayatta olduğu gibi karakterlerini bir şeylerin içinde yuvarlayıp, sonra da öylece ortada bıraktı. Diyeceğim o ki hayatı proje gibi yaşayıp, sürekli kendine varacak noktalar koyanların hoşlanacağı işlerden değil.

Zenne :  2008 yılında işlenmiş ve hala sonuçlanmamış korkunç bir cinayet ve çok konuşulan, çok anlam yüklenen bir film var karşımızda. Ancak filmin, altından kalkabileceğinden daha fazla mesaj vermeye çalıştığını söylemeliyim. Film sonrasındaki söyleşide senaristin de belirttiği gibi aslında Zenne olarak bilinen erkek dansçıları anlatan bir film yapmaya niyetlenip sonrasında Ahmet Yıldız cinayetinin de dahil edilmesi konuyu biraz dağıtmış. Ben açıkça dans sahnelerinden çok etkilenmedim,sebebi de çok basit, çünkü Zenne rolundeki Kerem Can insanı Zenne olduğuna inandıracak kadar güzel dans edemiyor. Ve evet ne yazık ki göze batan bir oryantalizm vardı filme. Hatta filmi sunmak için İstanbul’a gelen Rupert Everett “Honesty doesn’t kill you in West” gibi oldukça yüzeysel bir yorumla başladı konuşmasına. Bütün bu saydıklarımın yanında, bir meselesi olan, birilerini rahatsız etmek isteyen, ne kadar anlayışlı bir toplum olduğu yalanına kendini kaptırmış insanların gözüne çöp sokmak isteyen, cesur bir film ve bu haliyle tebrikleri fazlasıyla hak ediyor. Özellikle baş karakter Zenne’nin babasının Mardin’de şehit düşmüş bir binbaşı olması, Zenne’nin annesinin oğlunu askere göndermemek için verdiği çaba, bütün bunlar bu ülkenin damarlarını yoklayan hassas konular.

Son olarak Zenne’nin askere gidip aklını fazlasıyla yitirmiş abisini oynayan Tolga Tekin ve teyzenin uzatmalı sevgilisi rolündeki Erdal Yıldız  inanılmaz oyunculuklarıyla nefesimi kestiler. İzlemediyseniz mutlaka görün diyeceğim filmlerden.

Yorum bırakın